Acımasız Gerçekler

Fazlasından yaşadığını hissettiğin günlerden birinde; etrafındaki en nice şeye-hayata- bakıp, kuş seslerini dinlemek ve cepte üç kuruş olmadığını bilip cılız ses tonuyla hayat güzeldir demek. Ne çok isterdim bu hikayenin başı eskiden bildiğimiz hikayeler gibi mutlu gülücüklerle; iki nokta yanına parantezi kapatmalarla başlasa, bitse ve de öyle gitse. Ne yazık ki tarihin tekerrür olduğu topraklarda, mutlu anları acılarımızı monte ederek duyumsuzlaşıyoruz.

Duyulardan algılananlar öyle tekelleşiyor ki, her bünyenin ortak duyduğu hazlar, duyumlar ve mutluluklar; adem-havva kreasyonlu yaprak, çalı, çırpı motiflerin zamanla deri, kumaş, örtü tekelleşmesini andırırcasına kapalılaşarak içimize de yansıyor. Bir yandan her koyun kendi bacağından asılıyorken, benim gibi durumdan muzdarip olmayan tayfada, kasap et derdindeyken koyun can derdinde olmalı diye düşünüp ağlamaklı oluyor. Bu durumu nihayetinde seviyoruz da. Eskisi gibi mutlu anlarımızı paylaştığımızda sosyal medya sektörü gibi para etmiyor akabinde acılarımızı da hüznümüzü de cümlelere batırmamız gerekiyor. Hem kendi Türkçemizi acılıyoruz; hem de her yüreğe koca taşlar bırakıp duyulardan onları da soğutmaya çalışıyoruz. Ve bunların hepsini de etrafını çöplerle kirlettiğimiz, çocukken ellerimizle tepesinde halaylar çektiğimiz “Bir dünya bırakın biz çocuklara…” katkısından uzak şu yerkürede yapıyoruz.

Kendimiz hisli olduğumuz halde; sokaklarına çıktığında acımasızlıkların diz boyu olduğu, yaraların açıldıkça kapanmadığı şehirlerde hissizce dolaşıyoruz, mecbur kalıyoruz. Ses çıkartamıyoruz, sesimiz öyle cılız çıkıyor ki bir çığırdım dağları inlettim diyene “hadi be…” çekiyoruz. Çığıranın sokakta başına bir şey gelse ve yardım istese ne oluyor? Duymuyoruz. Ses dalgaları birbirine katık, sokaklardan uzaya doğru yüksek frekansla çıkarken, yanından yürüyüp geçen ve bana dokunmayan yılancı ayak seslerini bu dalgalara katık gönderiyoruz.

Dünya dışı varlıklar diye tabirler yağdırırken, Dünyanın içinde olup Dünya’dan ve varlıklarından uzak insan tanımlamaları da bu tümcelere değiyor. Ve artık “Nerede o eski bayramlar…” öyle alav oluyor ki bunu dillendiren dedenin elini sıcaklıkla öpüp ona o zamanları, neler yaptıklarını anlatmasını beklemeden, hadi ya dede zaman değişti diyoruz…

Göreceli kuramdır zaman. Ve sahi ya; bizler bilime inanıyoruz… İnanabildiğimiz kadar onu teperek ve de severek yaşıyoruz. Mutlu sonlar biraz daha acılaşmaya sonra da sos şeklinde her yere sürülebilir kıvamda aramıza karışmaya başlıyor ve bizler birbirimize yaklaşırken dokunmak yerine komuttan çıkmış “robocop“lar gibi istem dışı vuruyoruz, vuruluyoruz.

Acayip bir tüketimin olduğu bu yerkürenin, acımasız gerçeklerini umutlu olan güzel insanları için bir kere daha hatırlatmak istiyorum, umutlara daha sıkı sarılmış ve inanmış olmaları için… Yaraya basmış, yüreği dağlamış, sürçü lisan etmiş isek affola efendim…

(Azcık daha uzatıcaktım ama yaşanmışlıklar, hissiyata dönüştükçe canım sıkılıyor )

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir